27 Eylül 2010

Kafa Notları: Duyusuz

Titreyen ellerimde dolaşan birkaç karıncanın dokunuşları arasındaki hisli ve gıdıklayıcı yaşamımı saatlerce izler oldum bugünlerde. Aradığımın karşılığını alamamak gibi bir problem var giysi dolabımda. Daha çok bir gözüm uykuya cilve yaparken yarı ayarttığım beynimle elbise seçmek sabahın köründe.. Karar verecek ne çok şey var derken yerinde saydığının farkına varmak, ayaklarının çıplak durğunda, kendine birkaç soru sorup amaçı sapıtmak aslında yaptığım. Genelde elim enseme doğru gider, beynime kurmalı saat muamelesi yaparım, kaşıdıkça, karıştırdıkça birşeyler bulacakmışın gibi.. Zaman daraldıkça, seçeneklerde azalır. Beğenerek aldıklarının arasında giyip eskitlerin de vardır. Anılarıma sığınmalı yoksa isteklerinin masumluğuna aldanıp güne bir adım mahçup mu başlamalı bilemem ama bu anlarda genelde bir elbiseyi elimde tutarım, 1 şise rakı bittiğinde bardağı tutar gibi. Çok dönence vardır sığınak gördüğün kapıların ardında. Açıları hesaplar, bir ışık düştüğünde üzerime, gökyüzünde ararım sebebini. Yüreğimin içine bakamayacak kadar küçüktür bedeni. Sadece ezberim oynar, sıkılan dudaklarım arasından. Kalın mavi bir perdenin aydınlığa olan düşmanlığından, zihne giren karanlıkların, hayata dönmek için daha derinlere ihtihar etmesidir trajediye ayak uydurmak. Hiç istemeden, görmediğin bir sabahda üç beş belkinin arasında kirlettiğim sayfaların kokusuna dayanamayıp, odamdan kaçışlarım var ara sıra..
İçtiğin son yudumu, azıcık eğdiğin boynunla, birkaç cümle mırıldandın, nasıl duyabilirim ki seni ağzındaki ben olduktan sonra.. Ruhsal dönemeçlerinde hep seni yoldan çıkaran tabelalar gibi gördün beni. İşaretime bakmadan kalıplarımla sorguladın beni, yerimden çıkacağımı bilerek hep yok etmekle tehtin ettin beni. Sabitliğimden sikayetçi oldun, arada kötü bir şöför olduğunu da düşünüyordun ama bu senin şucun değildi. İstediğin insan üstü şeyleri  yakalarımıza iliştirip hayatlarına geri yollamak istedin. Peki yanağından süzülen yaş nedendi? Ağlıyormusun yoksa? Ne çok sakladın dimi içindekilerini ve ne çok korktun.. Eskiden beraber korkardık.. sesini duydukça, sen konuştukça azalırdı herşey, sadece seni verirdi hayat bana sadece seni.. Kendini benden çalarak, itaat etmediğin kaderin kabadayılığına en büyük hizmeti verdin. Her seferinde seni senden istemek, kalbime anlatamadığım bir yüzsüzlük olsada, ezilen siyah üzümler gibi hep şarap olmayı hayal ettik.. Bana muhattap bıraktığın kimsesizliğinle kafa tutuyorsun içimdeki sevgiye. Hayatının arasına şıkıştırdığın kitap ayıracı oldum, en sevdiğin sayfalarındım, yırtıp almak istemezdim ama defalarca kapatırdın yüzüme, rutubet kokan basit eskizli kapakları.. Beni her zaman yerinde bulmaya o kadar alıştınki, gittiğimi düşündüğünde usulca, yavaş yavaş bakardın bana. Kımıldadığın en ince dalın üstünce, sevdiğin meyveye feda etmek gibi hayatını..Bu sabah göremedin ya da görmemeyi diliyordun ama yine bıraktığım yerdeydim. Sen çift canınla başka bir erkeğe ağlarken bir gözünle hep bana baktın gitmiş mi diye. Aniden bastıran yağmurdaki yavaş adımlı sabrımla sadece olanları izliyordum.. Aramıza daha ne kadar çok şey koyabileceğini merak ediyordum sadece..
Hislerimi sorgulayacak bir kontrol mekanizması barındırmam bu bedende, dışardan bakıp tükürdüğün bir kaldırım taşına, tüm minnet duygularını vermek kadar duyusuz bir durum bu..
Sokağın sonu ile başı arasındaki fark, halen aynı sokakta olduğun gerçeğinin yüz vermediği orospu bir yalandan ibarettir.. Bizi buna bulaştırma..




Ain't No Cure For Love




I loved you for a long, long time
I know this love is real
It don't matter how it all went wrong
That don't change the way I feel
And I can't believe that time's
Gonna heal this wound I'm speaking of
There ain't no cure,
There ain't no cure,
There ain't no cure for love

25 Eylül 2010

Kafa Notları: Benim Bütün Rüyalarım Seninle..

Tarih 31 Aralık 2008, abim telefonla aramış ( o aralar Trabzon – Soçi arası bir feribotta 2. Kaptanlık yapıyordu ) o gün trabzon limanında olacaklarını söylemiş ve yılbaşına girerken gelip gemide onunla kalmak isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Abim, deniz ve ilk gez rahatca gezebileceğim gemi üçlüsü sayesinden yola çıkmıştım çoktan. Abimin kamarasına girince biraz garip hissettim kendimi biraz kücüktü ama onun saatlerini, günlerini ve aylarını geçirdiği yer olması farklı bir iz bıraktı bende. Duvarındaki büyük gül eksizi  güzelliğinin yanında altında bulunan tarihlede insanı düşündüren bir öğeydi. Kamarada fazla durmayarak, güverteye çıktık. Açık havada içelen çay ve oynanan iki parti tavladan sonra biraz gemiyi gezdik ve ufaktan muhabbete başladık. Ayaklarımız, geminin arka tarafında, gemici diliyle kıç tarafında durduğunda, sözler daha derinden daha yürekten çıkmaya başlamıştı bile. Yüzümüz denize dönük, içimize poyrazı alarak, üşüyen bedene inat bulunduğumuz yerden ayrılmıyorduk. O konuşma hep aklımdadır ama unutmadığım bir sözü vardır abimin. Taner, sıkıldım yalnız yaşamaktan, deniz hayatından. Düzenli bir hayat istiyorum.. Bu cümleler çoğu kaptanın ağzından çıkabilir ama o an yerimde olsaydınız, bunun ne kadar içten ne kadar saf ve bir o kadar güçlü bir istek olduğunu anlardınız.. O zamanlar içimden geçirmiştim, umarım bu isteğinin kısa sürede, bir yerlerde onaylanarak ona geri döner diye. Nitekim bundan 5 ay sonra tanıştığı Gamze ablamla dün itibariyle bir ömrü paylaşmak için evet dediler. Şimdi gelelim düğün günü 24 Eylül Cuma nasıl başladı?
Sabah yarı uyurken birden o sersem bilincimden çok net bir soru çıktı, sence saat yedi olmamışmıdır bir gariplik yok mu? Anında gözlerimi açtım saate baktım, evet saat 07.45 ve benim alarmım 07.00 a kuruluydu. Hemen oda arkadaşımı tekmeleyerek uyandırdım çünkü onunda dersi vardı ve o da uyuyakalmıştı, sinirimi çıkardım işte. Acele edilen duş sonrasında teknik resim dersim için gerekli ekipmanları toplayarak odadan koşarak ayrıldım. Bu güne 10-0 yenik başlamak gibi bir şeydi benim için. Taksim e gitme çabaları ve derse 25 dk geç girdiğimde anfinin en arkasında yer buluşum, oradan tahtayı göremeyişim ve hocanında uygulamının bütün detaylarını bitirmiş olması, eziyetin gün içerisindeki en güzel sırıtışlarındandı. Hemen arkadaşların yanına sıvışarak gerekli bilgileri aldım ve uygulamaya başladım.. İlk uygulama 3 haftalık bir ödevdi, tam dersten erken çıkar 11.30 da Havaş a yetişirim derken gelen 2. Uygulama, çizilmesi gereken 5 tane karışık şekil ve 12.00 bitiş saati, tam bir tokat niteliğindeydi. Hocaların söylediklerinden kulağıma takılan arkadaşlar biraz çizip dinlenin sözlerine inat 2.5 saat ayakta çizim yaptım nitekim bir saat önceden 3 resmi çizerek koşarak fakülteden ayrıldım. Gümüşsuyundan Taksim e çok kez çıktım ama koşarak ve 3.5 dk da çıktığımı hiç hatırlamıyorum. Son dakka yetiştiğim havaşta yerimi aldığımda,  bedenim isyan bayrağını çoktan çekmişti. Birkaç derin nefes, üç-beş telefon görüşmesinden sonra kendimi daha iyi hissettim. Tam boğazdan geçerken onu aradım ama ulaşamadım, olsun yine de boğaz ve o müthiş bir ikili.. Hava alanından içeri girdiğimde istanbul – trabzon için yapılan son çağrı anonsuyla kısa süreli paniklesemde, danışmadaki bayanın ağzından o yanlış anonstu sözü içimi rahatlattı. Birde en sevdiğim yerden acil çıkış kapısı bölümünden( koltuk araları çok geniş tam benlik ) verdiği bilet sonrası biraz neşelendim. Saatime baktım 1 saat vardı uçağa bilerek en yavaş adımlarımla uçak giriş salonuna geçtim. Kapılar açıldı herkes girdi, genelde en son girerim uçağa salonda yalnız olmak hep güzel bir his olmuştur benim için. Yerime geçerken gördüğüm tombul yanaklı mavi gözlü kız bebeğiyle birkaç saniye bakıştıkmak ona bakıyor izlemini uyandırdı bende. Yerime geçtiğimde arkamdaki 2 iş adamının ellerinde 500 sayfalık notlarla, çok önemli bir toplantıya gidiyor olmaları ilk gözüme çarpan şeydi. Biraz uyuduktan sonra gömüldüğüm kitabın, basınç değişikliğinden her zaman ağıran sağ kulağım ve yanımdaki adamın posta gazetesi okurken ön sayfadaki anne-kız grup sex yaptı haberini okuduktan sonra direk 5. Sayfayı açıp haberin detayları bakması uçak notları arasındaydı. Eve geldiğimde saat 5 olmuştu ve yaklaşık 1 gündür yemek yememiştim. Bu zorunlu orucu anne yemeğiyle bozmak ve sonrasında o müthiş tatlısından yemek ( dilim sayısı vermek istemiyorum ) harikaydı. Apar topar giyinilen takım elbise ile düğün evine abimin yanına gittim. Masa üstünde gördüğüm fotoğraf makinesi  o geceki en yakın dostum olmaya aday bir izlenim bıraktı bende.. Konvoy şekilde düğüne salonuna gidiş, olması adetten olan aksilikler derken bir bakmışım abim ve gamze ablam evet demişler. Bir ömrü birbirlerini hediye etmek, her nefesini bir başkasıyla paylaşmak, sanırım gözlerindeki kocaman partıltıyı açıklıyordu. Sonra dansa geçtiler, sadece gözlerinin içine bakarak dans ettiler. Elimde fotoğraf makinesi harika kareler yakalamsa, aklımda hep başka karaler vardı. Kendi kendimin resmini çekiyor gibiydim. Biz de dans ediyorduk orada.. Onunla da paylaştım bunu, çok.. çok güzel bir andı. Kesilen pasta, rize geleneği takılan takılar ve en son çekilen hatıra fotoğraflarından sonra salonda kalen aile yakınlarında her zamanki gibi durgunluk vardı. Değişen alışkanlıkların,  beynine sorduğu acımasız soruları, ne kadar uğraşsanda yansır yüz ifadene. Benim için çok bir şey değişmedi yalnızca artık, abimi, ablamı ve anne babamı görmek için üç tane ev dolaşmam gerekecek..
Gecenin sonunda, abimin çok yakın arkadaşının kızı, Ezel in yeni uyanmış haliyle bana gülümseyişi ve o küçücük parmaklarıyla elimi sıkıca tutuşu, seni bana getirdi biran..

Mutluluklar
İdris & Gamze


Not: Fotoğraflar benim objektifimden

21 Eylül 2010

Hayal Notları:Yalnız Adamın Doğum Günü

Çok fazla dem var bu kederin içinde. Yarım mutluluklarla servis yapılan yıldönümü pastasıyım sanki. Işıkları kapalı dünyanın, ayıcığıyla uyuyan çocuklarıyız sanki. Kandırılmışlık hissi ile attığın suçlu adımların birer hesabı olmalı diye kendini cimciklerken, daha fazla büyüyen gözbebeklerinde bir satır yazı belirir. Pek hoşuna gitmez ama yine de seversin işte ya da bari bugün seveyim dersin. Merdivenlere gelince, basamaklar, beden yüksekliğinden  atılmış hayal kırıklarıklarıyla doludur. Birkaç saniye yumar gözlerini, aldığı derin bir nefes vardır çok eskilerden, çocukluk yıllarından.. Aralanan dudağından, çıplaklığını hissettiği dişleri, ısırınca yaşadığı zamanı, açar gözlerini kapı önünde. Bir elini duvara yaslar, azıcık soğuktur. Ellerini düşünür, avuçlarında son aşkının sıcaklığı gitmemişken üşümesi, artık kesinlikle yaşlanıyordu. Birşeyler onsuz karar almaya başlamıştı, gidenleri düşündükçe, kalanlarını, kalıntılar arasında bıraktığından beri böyleydi hayat.. Sanırım dediği bir anda zile dokundu eli. Zihnine dokundu demeliydi, isteyerek yapmacaktı bu gece olanları, öyle anlaşmıştı kendisiyle. Tereddütüne sahip çıkamayacağını anladığı anda kapı açıldı. Çok gülmüyordu ama güzel bakıyordu, hep böyle baksaydı keşke dedi sessizce. İçinde, sabah üzeri içki sofrasından evine dönen, sorumsuzluğuna sorunlar eklemiş bitkin bir koca izleri varken çok zor gelmişti salona kadar yürümek. Bildikleri yüzünden yıllarca çektiği eziyetin yeni bir yaşın henüz başında, yine yanında olması, arkasına dönmesine neden oldu. Bir pencere, biraz duman, biraz bulut ve birkaç yıldızdı aradığı. Ne yazıkki çekiliydi perdeler, meraklı komşu gözlerine. Yine biliyordu yine deniyordu ve yine sadece bilmenin, sadece birkaç kalp atışı kazandırmasından başka hiçbir şey kazandırmadığını göremiyordu. Birkaç düşünce onu salona kadar getirmişti. Işıklar yandığında, kulağına gelen ilk sesle beraber büzüşen midesi,  kalbine doğru akan gözyaşlarını tetikliyor gibiydi. Somut bir iz aradı, bıraktıkları arasında hayalden öte bir şey kalmamıştı ellerinde.. Başını eğip kalbine baktı;

Sensiz bir yıl daha geçti sevgilim..

20 Eylül 2010

Kalp Notları: Cesetler

Değişiyor zamanla kuruntu sıkıntılarım, canının yandığını bilerek gülüyorsun ya da akışına uyamadığın hayatın dert koylarında sana bıraktığı acılara sere serpe uzanıyorsun.. Zor.. Beynine giren kurtçuğun amacı süzüntüler arasından kendi içine çekeceği yaşanılanlar değil, keşke öyle olsa ama kendi pişmanlığının saflığında, tüm birikintileri sana yolluyor. Kabul etmeyeceğin bir şeçenek yok, zaten soru da yok ortada. Geceleri ıssız sokaklarda dolanan cevaplar var. Polisiye dizilere nisbet her seferinde kaçıyorlar kalbimin hışmından. O da yoruldu, çok bitkin atıyor.. Eskinin verdiği ritimli yükseliğin egosu, şimdi nedensiz çakılmasının en büyük sebebi. Bu hayatta yaptığın düzgün şeylerden sonra tabandaki perdeleri açma fırsatını beklentilerinden oluşmuş bir köle ile sana veriyorlar. Gözlerinden içeri giren görüntünün zihnini uyuşturduğu, nabzının yükselişine damar bulamadığı bir manzara, seni varlığın yapışkan zemininde, bir ayağın çukurda bırakıyor. Bu yüzleşmek değil, bu yüzsüzleşmek resmen! Arsızın sisteminde, çarkların, işleyişine tecavüz etmesi gibi.. Beklentinin boşa çıkması zorlamıyor umut tutmuş kalbini, her durumda yanında birilerini yaşatmak bu. Yalnızlığın çilesini suyu çıkmayan kış meyvelerine aşılayıp, sonbahar  da yumduğun ellerini birbaşka ten de uyutmak bu..Tüm gece düşüntükten sonra, sabaha doğru şımarık pikenin içine çektiği sıcaklığını,  yokluğunun bir hediyesi olarak sanmak. Bile bile yokluğuna sarılmak bile bile yokluğunda var olmak..
Sayfalar.. Gömmeye çalıştığın sızıntı gündemini, sana canlı canlı sunan, temizlik abideleri.. Belki kıvrımlarına sokulduğunda, yok saydığın gururuna, çakılı birkaç ayak üzerinde derme çatma bir bedeni miras bırakmak ne kadar doğrudur bilinmez. Yaşadığın dakikaların sinsice geleceğini zehirlemesi ne kadar adaletli ise gözlerine baktığımda gülen yüzünün, bambaşka düşüncelerde yaşanılanlara küfretmesi bir o kadar yıkıcı.. Bir elin belinde, benliğini karıştırırken o çorbada, karar vermediğin akşam yemeğinin üzüntüsünü, bir öpücükle geçiren eşinin bakışları arasında tartamadığın mutluluğunun, tezgahın üzerinde kalan şeker tozlarıyla şerbetlenmesi gibidir dokunuşlarım. Yazabildiğim her kelimenin nedenini hem kutsalıp hem lanetlemektir.. Çok, çok.. isteyipte, acılara sarılmaktır bu, bir düşünce geçerken ellerinden, kalbinin, göğüs kafesini basamak yapıp sadece ona uluşmayı dilemesidir. Bir ermeni müziğinde, klarnete hayat verip olduğun yerde saatlerce saklanmaktır bu aralar yaptığım. Çok düşünmemek, en büyük isteğim de olsa rüyalarımın hep bir bekleyeni var. Sen.. Dönülmez yolların yolcusu, renkli gözlerinde soldurduğun hayatının matem tutamayan çocuksu oyuncusu.. Bir rakı sofrasında bitirimediğim göz yaşlarımın, önce zihnine ordan da kalbine damladığı o ela göldeki en güzel balığımsın..
Yamacımda her gece başka, her gece daha fazla ve her gece daha yavaş içime giren, bırakamadığın bir aşk  var, sınırlarını koyamadığım, öldürmeye teşebbüs bile edemediğim bir suçlu o. Yargılanmayacağı bilincinin küstah rahatlığı var üstünde. Mahkemesi onda kaldı, zaten o da hiçbir duruşmaya katılmadı, ömür boyu birliktelik cezasından korkuyordu. Sahte avukatlar tuttu yalanlarını acımasızca söyleyen, küçücük şaitleri oldu geceleri öpüştüğü.. Çok düşünmedi.. sadece birşeyler istedi hep istedi hayatının her anında bir şeyler istedi, geceleri ağlerkende istedi, sevgilisinin omzunda yatarken de istedi.. Susamadı..Susunca karışacağı siste önüne görememekten korktu hep. Kaptanı olmak istedi hep peşinden getirdiği insanların, onları öldüreceğini bile bile.. Geriye dönüp bakmaz hiçbir zaman, enkaz görmek istemez.. Koyacak yeri kalmadığında, bir gün üstüne düşecek cesetin, sevdiği iğrenç kokusunda durduracak nefesini, son bir kez gülecek hayatına çünkü o hep güldüğünde ağlardı..
Başkasının gözlerindeki hiçliğinle bitirirken geceni, benim için de bir sigara yak..

                                    Duman

18 Eylül 2010

Kalp Notları: Dikenlerin İçinden

Bu zamana kadar kurduğum cümlelere tekrar bakardım, çok düşünürdüm, tamam kendimi yazardım ama yine etrafa,  okuyanlara ne bileyim dikkat ederdim işte ama bu gece aşkın kutsadığı o hançer öyle derinlere indi ki. Düşüncelerimin en ufak bir hassasiyete dahi tahammülü yok.  Çok bahsettim bu zamana kadar düşüncelerimden, onların sapkınlıklarını anlattım, onların nasıl hayatımı delik deşik edebildiklerinden bahsettim. Fakat hiçbir zaman, kamaşan gözlerime vuran ışığın, duygularıma verdiği geçici körlükten bahsetmedim.. Bunun geçici kelimesini hakekmesinin tek bir sebebi var nefes alıyor olmam. Şu an bu bedeni ayakta tutuyorsam, yutuyorum demektir. Fakat aşk acısıyla yenen sevgi, senin hayvan sandığın insanların ağzında geviş getirmek gibidir. Yutarsın  geri gelir yine yutarsın ve yine geri gelir. Nasıl bir tat bilir misin? Tam kusacakmış gibi olup ağzına gelen o azıcık sıvı gibi. Kendi içindeki sıvının seni lanetlemesi gibi, hislerine attığın kurşunun seni tam kalbinin ortasından vurması gibi.. Yazdıklarımın, yazacaklarımın aslında hiçbir tarifi yok. Bu gece ki şirretliğinin sömürgesinde acıya kalem tutanın, gözünü yıldızlara değil, o hiçbir zaman kafasını kapatmayan yastığın yoksulluğana açması gibi. Ne gördüğündür dünya ne de düşündüğün.. İçine koyduğun boş inanışlarla, bir ömür, kaderinin sergisinde bilmediğin varlıklar tarafından yapılmış resimlere, çocukca anlamlar yükleyip kendi oyun bahçende kendi yokluğuna ağlamaktır yaptığın. Herkesin aklına gelir ”ben şunu istersem yaparım, bu yanlış bişe ama yapabilirim benim buna gücüm var” diye. Bunu herkes düşünür dimi? En  sapkın, en cani düşünceler bile gelir insanın aklına. Fakat bir çoğunun durakladığında kendisine sorduğu bir soru vardır. Belki ömrü boyunca sürekli sorduğu bir sorudur o ama hiçbir zaman bu şekilde cevap olmak istemediğidir o soru. Kimseyi sevmeden bu dünyada yaşabilirsiniz, emin olun yaşarsınız bir şekilde. Zaten içinizde yalnız olmadığınızı anlarsınız, birileri bizi her durumda yaşama itmek için dizayn etmiş. Onun amacı nefes aldığımız sürece işlemekte. Ama aynanın karşına geçtiğinde gece uyutamadıysan düşüncelerini, yalnızlığınla gizlice seviştikten sonra almayı unutmuşsan ertesi gün hapını, o zaman içinde seni döller kendine nefret.  Parazittir, o büyürken sen küçülürsün. Durduramazsın onu, hergün kemirir her gün daha iştahlı bitirir seni. Sen, o zaman yaşamak istemezsin ve yaşamayazsında.. Ta ki.. Her hücreni tek tek, kanaya kanaya, doğmamış yoksulluğuna kürtaj yapana kadar..  Bu hayatta yeniden doğmak diye bir şey yok. Ruhun zaten hiç doğmamıştı, bedenin sadece zamanını bekledi. Sen doğarken başında hep birileri vardı, zamana sus ve sessizce işle emri veren, sen her tökezlediğinde o sadece de gülümsedi, sen her bilincini uyuşturduğunda o sadece saniyeleri saydı. O hiç durmayacak, durmadıkça hiç kimse yeniden doğamayacak ve kimse bunu yediremediği için kendine, doğmak istediğini aklının bir ucuna getirmeye bile cesaret edemeyecek. Kaçacak, uzaklaşmaya çalışıcak. Her gördüğü köylüye yeni dağlar soracak ama kalp atışlarının yuvarlak olduğunu, attığı her adımda başlangıcına yaklaştığını hiçbir zaman anlamayacak.. Üşüyen ayaklarım var bu gece, aslında onlar uzun zamandır üşüyorlar. Demiri ısıtmak gibi bu, kor duygularımın yerini buzul hiçliğim alıyor sadece.. Diken diken olmuş tüylerim var, korkumun bir bedelini ödemek için fedakar oldukları kalbe lanet etseler bile dimdik ayaktalar. Saatlerce aynı şekilde oturduğumdan ağıran eklemlerim var, onlar uyuşturduğun dengemin gazileri.. Kafamı taşıyamayan boynum var, eklediği her düşünceyle kendi çaresizliğini tokatlayan bir şizofrenle evli.. Kolumdan hiç çıkarmadğım bir bilekliğim var, kokumun sindiği her yerinde, seni hakettiğine inanan. Buruşuk mor bir havlum var, soğuk duşlarımda anne kucağı gibi beni saran. Ellerim, parmaklarım var, gökyüzene bakarken içime tohumlayan ilk çiceğin, son kökleri onlar. Ve bir kalbim var benim, ağzına kadar senle doldurduğum, şehrin suyuna, istanbul un suyuna zehir katacak kadar zalim olduğun, bir sen var onda. Geceyi yırtan nefesine kendini feda edecek yoksulluğum var içinde.. Ağzına kadar dolduğunda ebesine kadar sövdüğüm, göremediğimde büyüklüğüne tutunduğum ruhum var içinde..  Her bir boşluğa bıraktığın korkunla, anarken duraksadığın adımla, bakınca ağlayacağın yüzümle ve bunları okurken sıkışan kalbinle başbasasın artık, tıbkı istediğin gibi..
Ben çıldırmış kalbime beden bulamazken, titreyen sesimi ısıtıcak bir kıvılıcıma bile yalvaracakken, bana dün gece bir erkekle neler yaptığını anlattın. Amacın içindeki beni öldürmekti, o da bir canlıydı, en güçlü silahla, ihanetle vurmak istedin. Vurdun da ben yaptım diyen çocukların aptalca cesareti vardı sesinde, bu yüzden titremedi bu yüzden yavaş yavaş bastıra bastıra söyledin yaptığını. Unuttun ama, yine diğerleri gibi sandın fakat gene yanıldın, yanılabileceğini de biliyordun, bu sefer daha da büyük bir silahı kullandın, kendine zarar verdiğini söyledin. Yine titremedi sesin, o kadar emindin ki beni öldüreceğine. Açıkca söylemeliyim nerdeyse başaracaktın.. Senin kılına gelen zarara dayanamadığımı adın gibi biliyordun. Ama ölmedim bizim için yaşamalıydım ve yaşadım. Şuan bu satırları yazıyorsam bu geceyi bitirebilmem için bir umut var demektir. Ne demiş Nietzsche beni öldürmeyen acı güçlendirir.. Bu sabah bulutların arasından güneş doğuracak beni, perdeni açtığında direk karşında olacağım, daha güçlü  ve daha fazla içinde..


Şimdilik hoşça kal Elenore..


Kaleb - Kirajdice, Jabandice

16 Eylül 2010

Kalp Notları: Gölgeler

Şuan belki de ilk defa içimdekileri cümlelere dökmeyeceğim. Bundan sonra saklamak istiyorum. Mürekkebi bitmek üzere olan kalemler gibiyim. Salladıkça ve o ısıttıkça hayata geri dönebiliyorum.. Bedenimin dokunduğu herşey, dört duvar arasında yıllarını kan kusa kusa içmek kadar azap dolu. Demir prangalar katılmış her bir yanıma, karşımda duran açık valizin geçiciliği kadar hiçim şuan anda. Bu yağmur altında saatlerce ıslanmak ya da deniz kenarında ruhunu soyup rüzgara sarılmak değil..Çok farklı bu sefer.. Gölgeler var  yanıbaşımda bir sürü, hepsinde gölgesi olduğu şeyin asaleti var. Ne kadar ışığa minnet duysa da, onu ışık yaratsa bile, ona gölgesini veren başbaşka bir şey. .

Odamdaki her şeyin sabitliği ve sadece göründüğü gibi oluşları ne kadar sinir bozucu. Başka bir ses duymak için müzik dinliyorum bu aralar. Sadece başka bir ses, birşeyler söylesin, onun sesi sanayım diye.. Otoban kenarına bırakılmış çöpler kadar günahkar ve suçsuzum. Eski türk filmlerinde kör olmuş adamların kafalarına sarılmış onca bandajın yavaş yavaş açılışını izliyorum sanki, ne doktorum var ne de bekleyenim. Sadece ben merak ediyorum görebilecekmiyim diye, çünkü gözlerim dünyaya değil, sadece sana açılacak..

Yeterince sessiz olursam belki bende cansız olurum, beni de alırlar aralarına belki. Perdeler kadar dik duramasamda yatağımdaki buruşmuş çarşaf olabilirim sanırım..

Şarkının uygun linkini bulamadım ama aşağıdaki linkten seçerek dinleyebilirsiniz

14 Eylül 2010

Kafa Notları: Şişli Etfal

Birileri şuursuzca yatağında dönüyordu. Bir eli yine çarşafı sıkıca kavramış, azıcık daha uzansa dokunacakmış gibi. Saçları yağlanmış, düzensizce şekil almışlar, hani şu suyla yatırıp düzeltmeye çalıştıklarımızdan. Nefesi düzensiz, rüyanın en tatsız yerine denk geldim sanırım. Neyse yavaş yavaş gözlerini açıyor. Günaydın bana..

Güne yatakta uyuşuk kediler gibi başlamayalı uzun zaman olmuştu. Kimse olmayınca evde biraz pikenin ucu biraz yastığın köşesiyle, bir saatten fazladır şımarıklığımla sevişiyorum.   Yataktan aşağıya ayaklarımı sallandırınca aklıma hep banyoya gitme fikri gelir. Çıplak ayaklarımın fayans üzerine bıraktığı yapışık çekicilik, sabah mamurluğunda keyfimi daha da artırıyor. Böyle bir zamanda hep bir el vardır, saçlarımı karıştıracak, durum değerlendirmesi yapacak. Odama geri döndüğümde hemen (lisa ekdahl - vem vet) parçasını açarak tavandaki belirsiz beyazlığa doğru  minik gülücükler bıraktım. Mutfağa doğru keyifli adımlarla yol alırken acaba ne yapsam diye düşündüm. Sonrasında çok fazla özenmeden klasik bir türk kahvaltısı yaptım ve evden çıktım. Dolmuş beklerken gördüğüm iki kimsesiz inek, ( biri sütaş reklamından kaçmış olabilir ) evet ciddiyim başlarında hiç kimse yoktu. Sabah sporundan dönen yaşlı bir çift gibiydiler. Günümüz istiklal caddesinde dinozorların tur atması gibi bir tat bıraktılar üzerimde. Çetrefilli yollardan ulaşılan taksim ve sonrasında kimsesiz bir levent evinin verdiği hüsranı, açlık duygusuyla bastırarak Şişli Etfal in yolunu tuttuk. Binayı ilk gördüğümde içimden ne büyük bir cansızlık diye geçirdim. Osmanbey in olanca yoğunluğunun arasında saklanmış, insan ruhunun umutsuz salınımları eşliğinde parlayan, soğuk, gri bina..

Ziyaretçi girişinden binaya girdiğimde. Gözüme ilk duvarlar çarptı. Çok soluktular, sanki yıllarca nefes almaktan yorulmuşlar gibi, çok acı çekmişler, çok acı görmüşler.. Ama duvarlar insan siluetleri arasında kalan bir fondu sadece, önündeki tabloda ise canlı bedenler oynuyordu. Belki tarihin en hüzünlü, en dramatik oyunuydu bu.. Koridorlar arasında hızla ilerlerken hafif başımı çevirdiğimde gördüğüm doktor kuyruğu, insan direncinin umutsuzluğa karıştırılıp, çekilen acının sarı duvarlara yazılması kadar hayali ve hüzünlüydü.. Üst katlara çıktıkça azalan insan sayısı, onların yüzlerine bakmam için bana gerekli cesareti sağladı. Gözlerinde hep en olumsuz durumun bulanıklığı var, ayakları saatlerce beklemekten usanmış yerlere kapanmakta, kolları ise başka birine sarılamayacak kadar korkak ve güçsüz.. Yoğun bakım ünitesinde çok fazla umut dolaşmıyor, hemşireler, hasta yakınları sadece cevap istiyorlar ya da dileniyorlar.. Bir tek bakış, bir derin nefes ve ufacık bir gülümseme için dileniyorlar.. Yoğum bakım ünitesinin kapıları genelde kapalı ama hastayı uzaktan görmek için 15-20 saniyeliğine açtıklarında, orada olan altı hastanın hepsine tek tek bakma fırsatı buldum.  Kim bilir gün ışığının o göz kamaştıran ıssızlığında, beyinlerindeki son şuur damlalarını kullanarak, sevdiklerini bir daha görebilmeyi diliyorlardır. Kapılar kapanırken sanki ölümle yaşam arasındaki çizginin şimdilik doğru tarafındaymışım gibi hissettim. Hastaneden ayrılırken geri dönüp bakmadım, hiçbir insanın yüzüne de bakamadım sadece kaçtım..


Bugün bir kez daha fark edildi yapışkan gerçekler, yine her zaman ki gibi izler bıraktı, izler sildi tek başına..



12 Eylül 2010

Yol Notları: Kesik Çizgiler

Daha yolculuğun başında yanım, tam bir beyefendi olan amcanın izmit de ineceğini  söylemesi, o indikten sonra istanbul a gidene kadar bir yolculuk yazısı yazabileceğim fikrini, beynimde aydınlattı. Nitekim o indikten sonra hemen laptobumu çıkarıp sınırlı sarj süresini en verimli şekilde kullanmak için zihnimi ve parmaklarımı çalıştırmaya başladım.

Otobüsler, düşünmek ve yanınızdaki, önünüzdeki insanların karakterlerini analiz etme açısından harika bir ortamdır. Bende bu  konuda oldukça istekli olunca ortaya güzel kareler çıktı. İlk önce çapraz ön koltukta oturan ( az önce önümdeki koltuğa geçti ) adamdan başlamak istiyorum. Kendisi sınırlı bilgisiyle bilirkişilik yapan tipik yurdum el feneri insanı, sadece kendisini aydınlatıyor. Saat başı bu saatte şurda olmalıydık çok gerideyiz, bu adam neden yavaş sürüyor, aa hanım bak burası çokbilmişler köyü ben burda doğdum gibi cümleler kurmadan sakinleşmiyor bu insan. Şimdi bakınca şöyle ensesine vurmak istedim ama neyse. Yanımda, kolidorun karşı tarafında oturan pembe tshirt beyaz kot pantolunlu apaçi gencimiz ise biraz sessiz ve pek ne yapacağını bilmeyen biri. Genelde uzaklara bakıyor ya da number one da rihanna ve beyonce kliplerini izliyor. Kesin bir sevgilisi vardır ama kliplerdeki kızları düşünerek de ne kadar boş bir insan olduğunu düşünüyordur. Az öncede bu çocuk ne yapıyor, otobüste yazı mı yazılır bakışı aterken beyaz çakma armani kemerini ve yine pembe yeleğinide görme şansım oldu. Memleketimin tipik erkeği, bi kırtasiyeden alınmış güneş gözlüğü yok bi de şu telefonun sesini kapatmayı unutmasaydı apaçi milli marşını duyup kendini tescillendirmeyecekti. Neyse amma konuştuk onu şimdi sıra şöfere geldi. Bir ara uyumaması için muavinle birlikte bir elinde direksiyonu tutarken diğer eliyle, el şakaları yapmaya başlayınca ve araba o sırada boş yolda sağ sol yapınca, Allah ım sana geliyoruz dedim. Yol boyunca bütün hit parçaları yüksek volumde dinlediği için ve gece saat 5 de beni Demet Akalın- Çanta şarkısıyla uyandırdığı için kendisine ne kadar minnettar kaldığımı inmeden söyleyeceğim. Bir de saat başı saçma saçma molalar vererek aslında sigara içmek için kendine fırsat yarattığını, bunu bütün yolcuların anladığını da ona söylemeliyim. Gelelim yolculuğun baş karakterine diyecekken, şöförün kuş sesiyle çalan telefonunu açması beni benden aldı çok farklı yerlere getirdi diyebilirim. Neyse son analizim ise yanımdaki baştada söylediğim, son derece beyefendi ton ton amcam. Yolculuğa başlarken iyi yolculuklar evladım demesi, bende kısa süreli şaşkınlığa neden oldu, ben yanımdakilerle muhabbet ederdim ama hiç iyi yolculuklar demezdim. Ayrıca amcanın ses konunun Tuncay Kurtiz gibi olması müthiş bir şey. İlk kez yolculuk da birinin meraklı sorularına tutulmadığım gibi amcanın sesini duymak için efden püfden konular açtım. Bütün gece toplasan 1-2 saat uyumuştur zaten sonrasında kendisininde eski bir otobüs şöförü olduğunu söylemesi, yolu bu kadar çok neden takip ediyor soruma cevap oldu. Az önce vedalaştık kendisiyle, bu yolcululukta baş rol oyuncum oldu. Umarım huzurlu bir yaşamı olur..
Şimdi biraz da kendimden söz edeyim. İlk bir saati terminalden alınan gazeteyi didik didik ederek doldurdum. Bu iyi bir hamledir, ayrıldığınız şehrin hüznü yaklaşık bir saatte geçer. Geri kalan zamanda gideceğiniz şehir de olacaklara kafa yorarsınız genelde. Tabi arkada gözü yaşlı bir sevgili ya da bir anne bırakmadıysanız. Sonrasında iki gündür bağırsaklarımda olan rahatsızlık biraz huzurum kaçırsada ilk molada yerini eski keyfime bıraktı. Son sayfalarını otobüse sakladığım Nietzsche Ağladığında kitabım ve giderayak mp3 üme attığım rastgele 3 albüm gece yarısına kadar gelmemi sağladı. Otobüs yolculuklarının en zevkli anlarıda o zaman başlıyor. Günün yorgunulu, yoldaki ufak taşların salladığı otobüs ve söför radyosunun sesi beni yavaş yavaş uykuya sevk ediyor. Fakat nasıl bir uyku, bilincim açık, göz kapaklarım küçük çocuk mızmızlığında kapanıyor .Düşüncelerim, bir şişe viski içtikten sonra kışın soğuğunda çırıl çıplak koşmak gibi arsız, özgür ve güçlü..  O kadar net ve derinki kollarıma attığım çizikler gibi önce duygularımı kızartıp sonra kalp atışlarımı kabarttıyor. Benim için müthiş saatlerdi.. Daha sonra radyodan ulusoy kızının sesini duyunca kendime geldim. Gece yolculuklarında molaların ayrı bir önemi vardır bende. Hiç bilmediğin bir yerde karanlığın üstüne çökmüs sönük bir tabelanın altında, rüzgarın ve soğuğun içime işlemesi kadar güzel bir şey yok. Düşünceler kilitleniyor, bir dağın zirvesinde sadece zirvede olmanın verdiği mutlulukla hayata tutunan dağcının beyninde hissediyorum kendimi. Koltuğuma geri döndüğümde kısa süreli geri dönme planları  yapsamda, hayatın  verdiği sorumluluğun gençliğime kelepçelediği istanbul , beni kendine çekmeyi başarıyor tekrar.. Bir ara bastıran yağmur, otobüsün ön camında, haşlanmış patetesin üzerine atılmış tuz tanecikleri gibi terleme hissi yaratıyor. Bu sırada çalan Candan Erçetin den Yalan şarkısı belki de o dar camdan görünen yolun kesik çizgilerin üstünde oynadığımız hayat oyununun en güzel şarkısı gibi geliyor size. Sadece su, sadece ben, sadece senden ibaretmiş sanki hayat..
Vakit geçirmek için müzik dinleyeceksem, playlist e sondan başlarım hep daha çok şarkı bulurum dinlenecek. Bu yöntem,  şımarık saniyeler arasına sıkışan, sabahın ilk ışıkları altında daha manalı bir havaya bürünsede. Yol yorgunluğu kendini göstermeye başlamıştı. Tam bu sırada görülen istanbul tabelasında yazan 459 km tüm moralimi sömürmeye yetti. (Suan boğaz   köprüsünü geçiyorum. İstanbul a bir selam verip geliyorum..) neyse 1 saatlik uykumda yeterli miktarda yolu yanık lastik sosunda yiyebilmiştik. Sabah molalarınıda severim. Bir tost, bir bardak çay(taze demlenmiş bu sefer) ve sıcak sıcak yeni gelmiş günün gazetesi ile birkaç sarhoş düşünceyi birleştirerek pirefabrik bir pazar sabahı kahvaltısı oluşturabilirsiniz yarım saatliğine. Sonrasında İzmit de yanımdaki tatlı amcam iniyor. Ben de laptobu kaptığım gibi kuruluyorum köşeme ve başlıyorum, kesik çizgilerin simetrik şekline çomak sokmaya..
Çoğu zaman hayallerim arasında özgürce dolaşdı, belliki sonsuz yeşil kırlarımı bulmuştu.. Küçücük bedeninde uçuşan eteğinle, sevgiyi hatırlatan her bakışınla ve kokunu alamadığım her anımda  yanımda olan yolculuk perisine teşekkürler. Kendisinin bu yazının arasında saklamasına izin verdim. Belki bir gün kocaman cümlelerle yeniden geliriz dünya ya..

Yol Şarkılarım..

9 Eylül 2010

Mim Notları: Hayallik Hediyeler



Blogger saçma bir tutukluk içine girince imdadıma word koştu. Ben böyle boş zamanlarımda kendime hayaller havuzu yaratıp saatlerce içinde yüzerim. Sevgilimden nasıl bir sürpriz yapmasını isterdim sorusuna da bu anlarda cevap verdiğim olmuştur ama biraz doğaçlama davranarak şuan kalp atışlarıma güzel bir ahenk getirecek şeyleri yazmak istiyorum. Bu cümleye başlarkenki sessizlik yerini yağmurun dansına birakması azıcık etkilesede yine hayallerimin bana özgü süsünü bozmak istemiyorum.

Şimdi olay şöyle başlıyor; dışarda tabiat ana yeryüzünde cüm canlılara küfredercesine tüm yağmur damlalarını dünyaya yolluyor. Bende kulağım da hafif bir müzik (arco-lullaby) kitabımı okurken her sayfa çevirişimde yağmurun söyleşisine ücrezsiz davetiyelerle katılıyorum.  Yatağa uzanmışım ve laptobumda senin fotoğrafın açık, arada kaçamak bakışlar atmayı seviyorum sana. Derin nefesler alıp aldığım oksijen oranını  seninle özleştiriyorum.  Bu sırada masanın üzerinden ahşapla sevişen telefonumda ondan bir mesaj beliriyor.  Mesaj ;  “Benimle ıslanırmısın? Not: Bir saat sonra başladığımız yerde.” Heyecandan 3-4 defa okuyorum mesajı  ve gerçeklik ile heyecan arasında ritmini kaybetmiş bir kalbe hükmediyorum, hazırlanıp saatin yaklaşmasını bekliyorum. Başladığımız yer zira bana 10 dk uzaklıkta ama ona biraz uzak, evden yeni çıkmış olmalı. Geçen sürede hızlanan yağmura bakamıyorum, mesajdan sonra bakışlarımla kirletmek niyetinde değilim yağmuru.  Bir taksiyle oraya vardığımda onsuz ıslanmaya başlamamak için çabucak kendime sığınacak bir yer buluyorum. Genelde biraz erken giderim buluşmalara. Galiba oda bunu bildiğinden 1-2 dk sonra taksiden indiğini görüyorum.  Hızlı adımlarla ona doğru yürürken,  içimden ona söylediğim bütün sevgi sözcüklerini tekrarlıyorum ve sonrasında, yeni doğan bir bebeğe sarılan anne gibi sarılıyoruz birbirimize. Aramıza giremeyen yağmur damlalarının kızgınlığından olsa gerek bir dakikada sırılsıklam oluyoruz ama pes etmiyoruz, yavaşca yürüyüp birbirimizin gözlerine bakarken yüzümüzdeki gülüğün güzelliğini merak ediyoruz. Oturacak bir yer buluyoruz, zaten çok da kafa yormuyoruz zira hayat önceliğini biraz önce kaybetti. Zamanın sancıları arasında hissediğimiz tek şey, yağmurun bedenimize kazıdğı aşkımız. Dudaklarımız, tenlerimiz arasındaki evlilikten doğan ikiz bebekler gibi birbirinden hiç ayrılmıyor. Üşüyoruz, üşüdükçe daha sıkı sarılıyoruz birbirimize. Ayrı bedenlerdeki tek ruhun şımarıklığında saatler geçiriyoruz..

Biz zaten aynı şeyleri istiyorduk,
o gün bana hediye ettiği nefesi en güzel hediyemdi..



Celly e mimlediğinden dolayı teşekkürler

7 Eylül 2010

Kafa Notları: Çağlar Arasında

Çağlar arası yolculuktu dün gece yaşananlar. Uzun süre nefes aldıktan sonra bir kaç önemli hatıra ile bitirmekti hayatını, öldükten sonra zihnime yapılan kazılarla yavaşça gün yüzüne çıkıyor yaşadıklarım. Çok anlamlı olmasa da etkilendiğim doğru, yatmadan önce okumam gereken son şeyi okuyunca, yatak da göz kapaklarımda dolaşan peri tozlarının aslında şeytanın bilincime sürdüğü acı sanrılardan ibaret olduğunu anladım. Zamanın akıp gitmesi önemli değildi her zaman örtündüğüm mavi pikenin altında artık duramazdım, başka bir şeyler gerekiyordu ama ne? Dualar ettim kafamın içinden çıksın diye çünkü düşüncelerim günahlar kıyısında ufak bir şarapçıda sabahlıyordu. Hem zevk alıyor hem de azabın hazırladığı mezeleri tadıyordum. Sonrasında birazcık sızmışım tekrar uyandığımda bir elim çarşafı sıkıca tutuyordu. Yalnız uyurken insan bedenine en yakın olan varlıktan olsa gerek, istemeden sıkıca sarılası geliyor insanın. Biraz terlemiştim, böyle zamanlarda insanın zihnindekileri gecenin ve denizin siyahına yedirebileceği bir balkonu olması ne kadar güzel. Yıldızlar, karanlığın içine düşmüş sessizliği, gökyüzüne kafa tutmuş yumruklarıma krem gibi sürerken yerden ne kadar yüksek olduğumu ya ne kadar yükseleceğimi hesaplama derdine düştüm. Çok geçmedi bu sefer göz kapaklarıma kaygılarım oturdu ben de tekrar yatağa döndüm. Sanırım bir saat kadar sonra gördüğüm rüya yüzünden uyandım. Çok hatırlayan birisi değilimdir rüyalarımı, gün içinde düşünebileceğim bir şey olduğunda yarım yarım hatırlayabiliyorum. Bu sefer biraz farklı oldu, sıyırılan gecenin son saatlerinde bir çok duanın da sustuğu anlarda belki de yaşayabileceğim en iyi yerdi rüyam. Hafızamı zorlayarak bir şeyler çıkarmaya başladım. Eski zamanlarda yaşıyordum, eski bir çiftlik evim, bir ineğim, bir köpeğim ve bir de tavşanım vardı. İki küçük kızım ve her zaman işi başından aşkın güzel bir eşim bana eşlik ediyordu. Herkesin belli görevleri olduğu, çoğu akşam pişen aynı yemeğe, her seferinde farkı umutların katıldığı, kızlarımın küçücük ellerini öperken annelerine attığım o minnet bakışı, en iyi betimlemelerin zihnimde canlandırabileceği her noktayı tek tek işgal etti. Rüyalarım biraz  Tarantino'nun filmlerine benziyor. Yoğunca karakter tanımlamalarından sonra tek bir detayın atlanmadığı karmaşıklığın, alüminyum kağıtlar gibi düzelttiği sahneler.. Biraz daha ağır nefes almaya başlayınca ve sessizlik başınıza bela olmaya başladığında ise ya yastığınızı  daha önce hiç kullanmadığınız bir şekilde başınıza servis edin ya da kendi nefesinizi Buddha dan bir şarkı çalıyormuş gibi dinleyin. Son olarak  gözlerim kapandığında, odamdaki aydınlık, dip boyası gelmiş çakma esmerler gibi kendini gösteriyordu..
Öğlene doğru askerlik işlerini halletmek için evden çıktığımda yanıma mp3 ümü almayı unutmadım, rastgele play tuşuna bastığımda kulağıma gelen Zakk Wylde in sesini özlediğimi fark etmek güzel bir histi. Yaklaşık 10 gün önce  kusana kadar dinledikten sonra bir daha uzun süre dinleyeceğimi düşünmüyordum. Askerlik şubesine varınca insanda istemeden bir heyecan, bir dik duruş, bir yaka paça düzeni oluşuyor. Fakat içeri girip memur amcanın Ebru Gündeş dinlediğini duyduktan sonra biraz rahatladım. Sıram gelene kadar etrafa biraz bakındığımda,  başklarının dosyayla geldiklerini görünce, elimdeki tek kağıda olan güvenin iyice azaldı. Sonuç olarak da yetersiz bulunan kağıdım ve ben geri gönderildim. Biraz İTÜ ye biraz da askerlik şubesine serzenişte bulunarak uzaklaştım oradan. Hafif bir çarşı turundan sonra  eve geri dönüş kararıma ufak bir yağmur damlası eşlik edince, çabucak bir yağmur duası eşliğinde eve  doğru yürümeye başladım. Attığım her adımda daha da hızlandığı izlemine kapıldığım yağmur damlaları, çok geçmeden ıslaklığım ile başkaları tarafından deli mi bu dedikoduları arasına usulca yerleştirilmeme neden oldu. Saçlarımın ucundan süzülerek kendini boşluğa bırakan bütün damlaları, yere düştüğünde tüm o ıslaklığa karışacağını bildiğim halde, bir parçanmış gibi sevdim. Yağmurun en güzel yani tüm canlılara hatta cansızlara eşit davranması ve birçok duygunun içinde saklanabiliyor olması. Ağlamadım, ağlasaydım göz yaşlarım damlalara karışıp yok alacaktı, yok olmasın, sana karışsın istedim.. Yaşadığım duygusallık, paragraflar arasına sığdırılmış psişik cümlelerden ibaret. İçimdeki utangaçlığı yazıların arkasında tatmin edebiliyorum. Belki fazlası her zaman zarar oldu ama azı da her zaman yanak şişkinliği yaptı bende. Eve geldiğimde elbiselerle birlikte ağırlaşmış derimi, hiç bir kıyafetin içine sığdıramayacağımı düşündüğümden olsa gerek belli bir süre çıplaklığı tercih ettim. Böyle zamanlarda bedenimi ruhummuş gibi hissederim, nedense bu duygu her zaman iyi gelmiştir bana.. 
Son günlerde zamanı günlere, saatlere ve ya başka bir şeye bölme taraftarı değilim. Bununda insan zihnini kalıplara oturtma çalışmalarından biri olduğuna eminim. Ben sadece çağlar arasından yaşamayı kabullenebilirim galiba. Biraz uzun bir yazı oldu. Sabredip bu satırları okuyanları, bu yazıyı yazarken yanımdaymış gibi hayal edeceğim. Bide son olarak kafa notlarıma inanmayanlara kalpten bir notum olacak; hoşça kal..


And who by fire, who by water,
who in the sunshine, who in the night time,
who by high ordeal, who by common trial,
who in your merry merry month of may,
who by very slow decay,
and who shall I say is calling?
And who in her lonely slip, who by barbiturate,
who in these realms of love, who by something blunt,
and who by avalanche, who by powder,
who for his greed, who for his hunger,
and who shall I say is calling?

And who by brave assent, who by accident,
who in solitude, who in this mirror,
who by his lady's command, who by his own hand,
who in mortal chains, who in power,
and who shall I say is calling?

Hızımı alamadım

Related Posts with Thumbnails