16 Aralık 2011

Müzik Notları: Metronomy



Metromony, 90’lı yılların sonunda İngiltere’nin Devon şehrinde Joseph Mount tarafından kurulan bir elektronic müzik grubu olarak arşivlere girselerde kesinlikle takip edilmesi gereken, özgün bir müzik yapmaktalar. Joseph Mount, uzun süre boyunca çeşitli projelerde ve gruplarda davulcu olarak bulunsa da, o dönem bir çok grubun kız meselelerinden parçalandığını da söylemeden geçemiyor. Babasından satın aldığı eski bir bilgisayar ile elektronik besteler yapmaya başlayan Mount, grubun adı, Metronomy’i kendisi şeçiyor. Brighton’a taşındıktan sonra ün kazanmaya başlayan grup, zaman zaman solo, zaman zaman Gabrial Stebbing ve Oscar Cash katılımıyla canlı performanslara imza atıyorlar.

2005 yılının sonbaharında, 6 yıllık bekleyişin sonunda Pip Paine adında ilk albümlerini yayınlıyorlar. Sonraki 3 yıl içinde sürekli farklı vokaller ile beraber yeni remixler yaparak müzik hayatına devam eden Metronomy, 2008 yılında Nights Out adında ikinci albümünü çıkartıyor. Bu albümde Kris Menace’nin remixi olan “Heartbreaker” ile müzik listelerinde bir numara olarak, iyice tanınmaya başlıyam grup, son olarak bu yıl ilk önce “She Wants”, ”The Look” ve “The Bay” parçalarını yayınladıktan sonra 11 Nisan’da The English Riviera ablümünü çıkarttılar. Geçen yaz Avrupa’da Oxegen Festival, T in the Park, Reading Festival, Glastonbury, Bestival gibi büyük festivallerde çalan Metronomy’in umarım kısa süre içinde yolu Türkiye’ye düşer de, biz de onların canlı performanslarından mahrum kalmamış oluruz.

11 Aralık 2011

Herkes Yok Aslında



Evet, ne kadar karanlık varsa bu oda da paylaştırıyorum, sinsice sokuşturuyorum kimsesiz bedenleri hizmet eden boşluğa. O kadar soyuta bulanmak istiyorum ki sanki bir adım sonrasında mezar taşına takılıp düşecekmiş gibi. Toprağı kokusuyla ayırt edemeyecek kadar fakirim bu aralar. Hadi elimden tutacak, çaprazlamasına  koyduğunda daha çok yer kaplayacak canlılar bulalım. Belki daha çok göç eder daha çok yüzü arkamıza alarak var olacak birine hizmet ederiz. Aslında bunların arasında daha da doğrusu boşluğun en ortasında koca koca hiçlikler var kafamın içinde ama söylemek istemiyorum, bana kalsın. İnsana derin kelimesi yasaklamalılar. Her kullandığımda ruhum biraz daha istiyor, biraz daha çekiyor kendini rüzgara. Çok da sebeplenmeyerek uzaklaşmak istiyorum fakat herkes arkadaş burada, herkes yok aslında..

31 Ekim 2011

Müzik Notları: Empire of The Sun




Luke Steele ve Nick Littlemore ikilisinin, tanışmalarından 11 yıl, çıkardıkları albümün üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen henüz çok büyük kitleler tarafından tanınmıyorlar. 2008 yılında kurulan Avustralyalı elektronik müzik grubu, Empire of the Sun, kısa sürede kendi tarzlarını hissettirmeyi başarmış sayılı müzik gruplarından.
İlk yayımladıkları şarkı olan “Walking on a Dream” hem müzikal hem de görsel olarak gelecekte bizi nelerin beklediğine harika bir başlangıç örneği. İkilinin defalarca üstünde durduğu aralarındaki müthiş kimya ile zıt yönden gelen iki ruh arkadaşının buluşması, müziklerine harika bir şekilde yansımış. Hayatımızda hep boşlukları doldurmak için kullandığımız müziğin, dokunsal ihtiyacını çok iyi kullanarak, söyledikleri gibi sadece “büyük şeyler” yapmaya çalışıyorlar. Bu kanıya ilk video kliplerini izleyerek varmak mümkün. Şu sıralar Amerika ve Avustralya arasında mekik dokusalar da yakın zamanda yollarının Avrupa’dan geçeceğine eminim..

Daha fazla merak edenler için 2009 yılında Prefixmag'e verdikleri röportaj

"Walking On A Dream"



"We Are The People"



"Standing On the Shore"




16 Ekim 2011

Derdimiz Ne?


Ne zamanın ne de vurgunun önemi var, benim cümlemin içerisinde. Dışarıda kendini boşluğa bırakmış damlaların bile hesabını tutamıyorsam, neden hep yanlış taraftayım diye bağırası geliyor insanın. Tamam planlarımın hezimetinden ben sorumluyum ama tekil olanı lanetlediğimiz bir dünyanın, çoğul olmaya zorlanmış beden yığınlarına tahammülüm azalıyor. Sadece terse adım atmaya çalışırken yediğimiz tokatın etkisiyle fark etmeye başladığımız bireysel hastalığımız, kıssadan hisse olarak damarlarımıza verilirse, biraz olsun iyi niyete tahammülüm artar diye düşünüyorum. Zira karşımdaki bütüne, paramparça olacakmış gibi bakıp kalıntıları arasında canlı aramak fazlaca zaman alıyor. Gece uyumadan önce bugün neler yaptım sorgusuna girenler varsa yazdıklarımı okumaya devam etsin, diğerleri asılı kaldığınız hava da karnını şişirmeyi mesele sayabilir. Bize karanlıkta görünen ve ne tür bir döngünün parçası olduğunu asla kavrayamadığımız sıkıntılar ile canımızı sıkmayı başarıyor olmamız sadece nedenlerle kısıtlanamaz. Nefrete buladığımız ve her saniye terk edip gitmeye dilendiğimiz ego parçacıklarının üstüne diken niyetine oturuyoruz. Birisi dışarıdan elini uzatsa bulaşık zihnin, dengesiz hallerini müzikle tıkayabiliyoruz. Ama siyaha adanan ve tavana bakarak aldığın karaların kaç tanesi açtığın avuçlarında gezinip dudağına ulaşıyor hesapladın mı? Sanırım aramızda utanmaz olan yok! Biraz sınır, neyin arkasında durduğumuzu göstermese ömrümüz vicdanın altında geçecek. Madem bedenimize karanlıkta dönüyoruz, gün boyu kaptırdığımız ve kapıldığımız şeylerin listesini yapsak ne kadar deli oluruz? Çözümsüz insan kusurlarına bizi alıştıran kendimiz değilsek çok fazla düşman var demektir. Geceler neye çare bilinmez ama gökyüzüne bakanlara boy aynası olduğu kesin..



19 Eylül 2011

Adam Asmaca


Günler geçtikçe artan özgürlüğüme yeni evim de eklenince neşeli günler beni bekliyor diye seviniyordum ki girdiğim buhranların arasından zor kurtardım kendimi. Özgürlük derken yanlış anlaşılmasın. Bedeni beyinle karıştırıp düşündüğünü yapabilme yetisini özürlük olarak tanımlıyorum bu aralar. İnsan merkeze aldığında kendini deniz feneri gibi dikiliyor istekleri karşısına. Nereyi aydınlattığını görmeden ve aslında zayıf cesaretinin kaybolmasına izin vermeden sadece seyrediyorsun kendini. Her şeyin ilk adımdan ibaret olduğunu söyleyenler, ne kadar büyük bir yalana hizmet ettiklerinin farkında değiller. Düzenden çıkardığında hayatını ne yöne saptığının önemi yok. Beynin bilinçsizce komplo teorileri üretiyor kendini siper ettiğin büyümemiş saplantılarına. Bunun içinde oyun oynamaktan mutlu ve bir o kadar da deli ruh haline sahipseniz daha derin nefes almaya başlıyorsunuz. Sıkılınca birleştirdiğin dudaklarınla kocaman cümleler kurup, şaşırınca da geriye bakıp bir daha dönmeyeceğine yemin ediyorsun. Senin sokulduğun ve soktuğun yerden çıkamama gibi bir olasılığın yok ne de olsa..

Yerden yüksekliğimi ölçmeden bir elim cebimde düşme korkusuyla oynuyorum. Tamam çok derinlere indikçe karışıyorum ama  sabitini bulamamış biri olarak asla kendimi asmıyorum. Bir taşın altında ya da omuzuma dokunan bir elin şaşkınlığı arasında gelip gidiyor iyi niyetim. Kendimi model olarak sunduğum görseller, zıtlık yarışındalar adeta. Sorgulamadan gündeme aldığım ve yargılayıp hayatımdan çıkarmadığım onca şey var ki artık ortalığı toplamanın vakti geldi de geçiyor. Ayrıntılara olan bağımlılığımı dizginlediğimde şeffaf bedenleri parçalamaya başlayacağım. Benim gerçekle işim bitmek üzere, çemberi büyütmekle daraltmak arasında ki tek fark korkularım. Oysa senelerdir onların üzerinde yaşıyorum. Bu aralar sırtını dönüp gitmek ve gökyüzüne bakıp sırıtarak motivasyon depolamak modaya, sürüye karışıp tasalardan kurtulalım. Şimdi hep beraber derin bir nefes alıp istemediğimiz her şeye küselim. Kim bilir belki evrenle aramızı düzeltiriz..


İyi geceler.

6 Eylül 2011

Müzik Notları: Ne Dinliyor?-1


Lissie
Signer-songwriter, indie folk

Album: Catching a Tiger

Sahne ismi olarak Lissie ile bilinen Lissie Maurus (21 Kasım 1982 doğumlu), amerikalı bir folk rock sanatçısı. Dokuz yaşında Annie müzikalinde başrol oynayarak müziğe erken yaşta adım attı. Lise yıllarını bir sürü olumsuz olaylarla karşılaşan Lissie, Colorado State Üniversitesi’nde iki yıl geçirdi. Bu süreç içerisinde şehrin müzik altyapısını çok iyi kullanarak bir çok müzisyenle tanıştı. O dönem Amerika’nın gözde dizileri The OC, Veronica Mars, Wildfire gibi dizilerde “All My Life” şarkısının kullanılmasıyla yavaş yavaş göze çarpmaya başlayan Lissie, 2008 yılında myspace yüklediği şarkıları dinleyen Lenny Kravitz, onu Love Revolution Tour’ın açılışına davet etti. Daha sonra aynı yıl içinde DJ Morgan ile beraber yazdıkları “The Longest Road” şarkısı, Billboard Hot Dance Club listesine girmeyi başardı. 2009 yılında Band of Horses grubundan Bill Reynolds tarafından hazırlanan “Why you runnin” albümünde yer aldı. 2010 yılının başında Sony Music UK Columbia Records ile anlaşma imzalayan Lissie, o yıl ilk albümü “Catching a Tiger” yayımladı. Albümün ilk single ı “In Sleep”, Q dergisi tarafından “Track of The Day” ödülünü kazandı. Bu ödülle beraber İngiltere piyasasında ismini duyurmaya başlayan Lissie, ikinci single ı “When I’m Alone”, iTunes UK tarafından yılın en iyi şarkısı seçildi. Albümünde yer alan “Little Lovin”, FX’de yayınlanan Justified dizisinin 2. Sezon promosyonunda kullanıldı. Şimdilerde 2011 sonunda çıkartacağı yeni albümü “Fallen Empires” kayıtlarına devam etmekte.

Lissie’i daha da yakından tanımak isteyenler http://www.spinner.com/2010/03/03/sxsw-2010-lissie/ bu adresten verdiği röportajı okuyabilirler.



Dub FX
Beatbox, dub, reggae

Album: Everything A Ripple

Gerçek adı Benjamin Stanford olan Dub FX, Avustraylya’nın Melbourne şehrinde büyümüş dünya çapında bir sokak sanatçısı. Yaptığı müzik Avustralya sınırlarını zorlamaya başlayınca rotasını Avrupa’ya çevirir. İlk başlarda kendini Twitch adlı bir grubun içinde bulsa da, sokaktaki özgürlüğü ve olağanüstü yeteneği ona kendi yolunda gitmesi gerektiğini söylüyordu. Nitekim onu bu derece ünlü olmasını sağlayan, efekt pedalları yardımıyla sesini ve eşsiz yaratıcılığını kullanarak canlı müzik yapması oldu. Onu dinlerken müziğinde sokaktan gelen asiliğin ve özürlüğün izlerini fark edebilirsiniz.

Avrupa’daki ilk durağı Standford gezisi sırasında tanıştığı Shophana Sadia (şimdilerde nişanlısı) ile beraber göçebe hayatına devam eden Dub FX, dinleyicileri ile ilk buluşmasını Manchester de yapar. Performansları Sadia tarafından CD’lere kaydedilip konserleri sırasında satışa sunuluyordu. Özellikle “Everythinks A Ripple”,”Flow and Wanderin Love” ve “Time Will Tell” şarkıları bu sayede sokaklarda ününün artmasına yardımcı oldu. 2010 yılına geldiğimizde Dub FX, Melbourne merkezli müzik yapımcısı Sirius ile beraber çalışarak “A Crossworlds” adında 17 parçalık bir albüm hazırladı. Aynı yılın sonunda Dub FX ilk stüdyo albümü olan Everythink A Ripple’ı bitirdi. Albümdeki bütün sesleri Roland effects ve loop pedal kullanarak kendisi üreten Dub FX, bir bakıma kişisel resitalini bizlere sunmuş oldu.

22 Ağustos 2011

Kir


Hangi güzelliğin sonuna saklandığını bilmiyorum ya da neyi benden daha fazla hak ettiğini. Aslına bakarsan şu saatten sonra umrumda da değil. Sinyalini verip yanımdan hızlıca geçen hayatın peşine takılacak kadar yakıtım var. Gittiğim yerden terk edildiğim şehre kadar santim başına düşen acıların üstünden geçiyorum. Her şeyin arkasına kirlettiğim düşüncelerimi yapıştırdım bile. Bitmek bilmeyen isteklerimi, her zaman daha fazlasına esir eden gelgitlerime ruhsal hal demeye zorlanıyorum alçak bir boyacı yüzünden. Somut değerleri isimsiz anmaya gayret ediyorum. Bir çoğu bedenime sürünen geçici sıvılardan daha anlamlı değil. Bıraktıkları lekeleri sıra dönüştüren temiz yüzlü izlenimlere inat daha fazla kirli gözükmek istiyorum. Sayısını bilmediğim gerçek arkadaşlarımın gözlerine ama gözlerinden en derinlerine çıplak çıplak bakabilmeyi istiyorum. Toplum beni daha fazla sindirmeden, kendi kamburuma basıp eğrinin doğru yüzünü doğurmak istiyorum. Bana hitap edileni değil, sırtımı döndüğüm geçmişin hatrına, yüzüme vuran rüzgarın izlerini geri istiyorum. Her gece ayrı bir kaçış planına gözlerim yorgun düşerken, her sabah, neşeli uyanmaya niyetli orospu yeminleri dudağımdan döküyorum..

Kendime dönük oturdum bu gece,
içsek iyi olmaz mı?

15 Ağustos 2011

Arka Bahçe


Neresinden dokunabilirim bilmiyorum. Süreç içerisinde önceliklerimizi kasaba meydanına dönüştüren ve etrafına kurdukları gölün ölüm sessizliğinde, kendimizi beklenen sona hazırlayan hallerimiz hiç gerçekçi gelmiyor bana. Daha çok seçme özgürlüğünü kullanan zihinle sırdaş kalbimiz. Duvarlar arasına yerleştirdiği huzuru bulamıyor bir başkasında. Zaman geçtikçe o kadar engel koyuyorlar ki etrafına fark edilmeden içine kadar sızıyor karanlık. Kemiriyor, daraltıyor ama gözünün önüne yerleştirdiği pencereden asla hissettirmiyor. Tercihlerle ilerleyen daha doğrusu yer değiştiren bir hayatımız var. Hikaye, isteyip de elde ettiğimiz ve zihnimize önemini her gün kodladığımız bir olay ile başlıyor. Gücün, farkın ve en önemlisi hayatın içine daldığımızda, doğuştan depresif solunumumuzu bir kenara bırakıyoruz. Seçimle beslenen ve kendi döngüsünü motive eden ortak zihniyete sahip olduğumuz için hemen seçenekler yaratıyoruz kafamızda. Çevre seslere kapatılan ve sadece formaliteye dönüştürülen arkadaş nasihalarını kolayca umursamayıp karar anını, sabırsızlığımızı zorlayarak kendi önümüze koyuyoruz. Kabusunu gördüğümüz kaçan trenin arkasından koşamayacak kadar alternatif ve yıkık  bir ruha sahip olduğumuz için gürleyen başarımızın sesine gidiyoruz. Bir kaç müsvetteye karalanmış ünlemli cümleler ya da masaüstüne yerleştirilmiş gülümseten bir fotoğrafa sığdırılmış motivasyonla, sırtımızı arkaya yaslarız ve o ilk anı hafızamıza kazıyarak sonlandırırız tek kişilik gösterimizi..

Belli bir süre yarattığımız boşluğun ve her geçen gün daha da gölgede kalan başarımızın rahatsızlıyla, geçici asosyal krizler yaşamaya başlarız. 30 unda kendi mezarımıza uzanacakmış gibi bakarız, aldırış etmemeye programlı egomuza. Sonunda elimizde kalacak olan alçağa bilinçsizce sarılma sendromu, kollarımızı geçici bedenlere bırakır. Düşünmeyi geride bıraktığımızda ve başka bir kalp bulduğumuzda sesini duyama bileceğimiz, zamanın fazlalıklarından kabuğuna dönerek uzaklaşmaya başlar beden. Canını yakana duyduğun saygıyı, güçlü olmaya çalışan çocuğun, sütle kandırılması kadar saf cümlelere emanet ettiğinden, başka gürültülere kapalıdır kulakların. Alışkanlık ve acı eşiğini geçtiğinde hissizleşen, rutinleşen bakışlarımızı saklamaya başlarız. Hep ona kırıştırdığımız göz altı çizgilerimiz de aslında düşerken işlediğimiz korkuya aittir. Zamanlamalar ve kaçışlar konusunda usta olup çıktığımız, kimsenin bizi sorgulamasına izin dahi vermediğimiz, geçmişi unutup geleceği endişe etmeden yaşamaya programladığımız kum taneleri, akıp gider. Arada sırada sahile vurur gözden kaçanlar. Temiz bir sayfaya yıllanmış kurşun kalemle bırakılan izler, gün batımında göz yaşlarımızın üzerine bırakılsa da, arka bahçemiz her zaman hayata bir adım uzaklıktadır..

Gün gelir dönmeye başlayan başımıza, artmaya başlayan pişmanlığımıza sığınarak geçici istek patlamaları yaşayıp, ayar tutmayan radyoda sesimizi duymaya başlarız. Kelimeleri yan yana koyup bir şeylerin yaklaştığını ve her gecenin geriye dönemeyecek kadar karanlık olmaya başladığını fark ederiz. Ve bir sabah uyandığımızda uyuşan ayak parmaklarının yavaş yavaş açılmasını beklerken ve perdenin arasında sızan güneşin seni ne kadar kızdırdığını düşünürken, tüm bedenine yayılmış hastalığın, kafanı gömdüğün yerden filizlenmeye başladığını fark edersin. Sanki bir geceden bir sabaha ve sadece derin bir nefese bağlıymış gibi geçerken incelersin o çizgiyi. Güzele uyandığın gün, güneş hep içerden doğarmış..


İyi Geceler..

20 Temmuz 2011

Devam Ediyor

Her şeyi başlatacak bir cümle ararken aylarca “ne”leri göremeyip “nasıl”ların sorularına cevap bulmaya çalışırken daha fazla istediğim ve ya çoğul halden teke düşürmeye uğraştığım ihtiyaçlarımın kalanına da derman olamayınca bünye sinirli bir şekilde pes etti. Uzun uzun zamanlar ayırdığım ve büyük bir bölümünde yalanlar söylediğim çarpık iletişimlerimin sonunda beni getirdiği noktada derinlerde kimsenin kalmamış olması tek güzel haber. Ne kadar bedensel bir yürüyüş herkesin dönemsel vurguları arasında  olsa da kendine sen demeye başlayınca adımlar yönlerini değiştiriyor. Çok seviyeli dediğin onlarca düşüncenin arkasına saklamış sana hikaye anlatan canlıya bağlılığını bütün gücüyle koruyan iyilik sarhoşluğunun, sabah uyandığında gülmeyen yarına felçli gibi bakmana neden oluyor. Her ne kadar soyut her şeyden beslenen bünyemizi fiziki şartlara oturttuğumuz gerçeğini umursamaz takılsak da, başımızı eğip sesini dinlemeye başladığımız kalp atışları bizi kurtarmaya gelebiliyor. Unutmamak lazım..
Bunların hepsi geride kaldıysa biraz da yeni yeni şeylerden bahsetmek lazım. Kişisel olarak tatmin olmamı sağlayan en büyük etkenler bir tanesi, düzenli hayatın arasına sıkıştırdığım alışkanlıklar. Bunun kontrolünü elime aldığımda, sınırlarını kendim belirdiğim bahçemde oturduğumda huzurumu, aşıp gittiğimde ise heyecanı hissedebiliyorum. Nitekim İstanbul temposuna dikiş tutturduktan sonra söküklerle mutluluğunuzu katlayabileceğiniz bir şehir. İçindeysen ne mutlu sana.. Ritüelim ne olursa olsun ait olduğum ortamın dinamik olması beni tetikliyor. Motivasyonumu yüzeysel olarak çevremdeki her şeyden sıyırıp önüme koyduğumda daha çok “aslında” ile başlayan cümle kuruyorum. Bu da iyi bir şey..
Benim gibi ailelerinin son ve ya tek çocuğu olanlar en büyük özlemi hep küçük bir kardeş olmuştur. Biz büyürken anlatılanları bizimde birilerine anlatabilmeyi hep istemişizdir. Tek çocuk olanlara çözüm yolu anne ya da baba olmak gibi gözüküyor fakat son çocuk olanların abla ya da abi çocuklarıyla bu özlemi giderme şansı var. İtiraf ediyorum ablam ve abim evlenirken aklımda en büyük soru bunlar ne zaman çocuk sahibi olurdu. Sonunda ablam hasretime son verip beni dayılıkla şereflendirdi. Şimdiden bir sürü hayal arasından en güzelini seçip dakikalarımı ona bakarak geçirmeye başlamam, hayatımdaki bebek odası gibi oldu. Teşekkürler..




Keyifli günler..


5 Temmuz 2011

Küçük Şehirler


Küçük diye burun kıvırdığımız, bol önyargılı şehirlerimiz varya. Aslında onlar sessizliğin birer başkenti. Ne kadar kavimler göçü gibi zihinsel isteklerimize, fiziksel şartlar ekleyip yaşanılası şehirleri koca koca sürülerin içinden seçsek de, geri geri ürkerek adım atmaya başladığımızda sırtımıza değen iş şey, küçük şehirler oluyor. Ruhuna, temposuna, büyüklüğüne ve gizemine büyülendiğimiz şehirlerde nefes aldıkça rahatlayan, nefes verdikçe daha çok sıkıntı üreten bünyemiz, her zaman kendi yolunu bulmaya çalışmıştır. Şimdi senin ellerinde biriktirdiklerin ve başkasına dokunduğunda kirlettiklerin daha çok içerden bakmana yardımcı oluyorsa, çok geçmeden hatırladıklarınla yorulmaya başlayacaksın. Daha ucuza mutlu olabilecek seçeneklere sahibinden kelepir bir eşya gözüyle baktığında, dallarına bez parçalarını bağlamış oluyorsun. Ellerini açtığında ya da gözlerini kapadığında koyduğun engellerle zamana tutunuyorsun. Eşelediğinde daha derine, derini çarşaflara bulayıp ıslakttığında yastığını hep boşluğa hizmet ediyorsun.. Çok fazla önyargı var.

Şimdi küçük şehirde güneş batıyor. Nefeslere huzur bulaşmış, koyu bir ton şeciyor kendine gökyüzü. Karşı karşıya oturmak bile müthiş zevkli. Bir tür oyun, rüzgarın getirdiği sardunya kokusu. Nelerden eksik kaldığı bilememek, şüpheli travması. Her şeyin birazına tav olan ruh hali, düşerken dua eden insan dudakları sanki. İnatlaşmak her zaman bir seçenek, sıkıntıdan kaynaklanan.

Küçük şehirler, baktıkça büyüyen ufuk çizgisi.. Kimi zaman seni bölen kimi zaman kendine sen dedirtebilen sığınaklar. Çantada hayaller “ bir gün geri geleceğim” dedirten şehirler..



3 Temmuz 2011

Kitap Notları: Civa Sanrıları

Bohem hayatlar, güzel fahişeler ve devrimin kucağında Paris. Küçükken farklı görünen dünyada, inançlarını birleştirmiş aşık bir adam. İçine yerleştirildiği çiftlik evinden, dudaklarında veda ettiği kadına itaf edilen sanat ışıkları ve aşkını yönlendirmiş tanrının, sonsuzluğu reddeden zihnine resmettiği doğa izleri.. Louis Daguerre, belki de tüm hayatı boyunca onu takip eden bulutların gölgesinde güneşi yakalamış bir adam. Kalbini delik deşikken, içini ışıkla doldurduğu civa şişelerine bağlamış, tek bir kadınla kutsanmış yalnız bir beden. Ve beraber düğümlenmiş kaderlerin, asla ihanete uğramadığının büyük bir gösterisi.

Civa sanrıları, tarihsel boşlukların yanında bir çok gerçeği bizlere kazandıran bir kitap. Gözlerinizi kapadıkça heyecanını paylaştığınız sanatın doğum izleri..

27 Mayıs 2011

Yaz

Yıllardır süregelen küresel ısınma tartışmalarına uzun süre kulak kabarttığımızdan olacak ki sonunda biz de nasibimizi aldık. Bu hafta ısıncak, şu gün açacak, bugün son derken mayısın büyük bir bölümünü geride bıraktık ve canımız acısada baharı göremeden yaza vardık. Hava sıcaklığının düşük olması ve amazon iklimi gibi günlerce yağmur yağmasından olacak, bir ara kendimi güneş duası ararken buldum. Sanırım yalnız değilmişim ki baharı es geçen doğa, yaz sıcaklığını erken vererek, ne ile karşılacağımızı hatırlattı bize. Dört mevsim bir arada diye övündüğümüz vatanımızda artık bir mevsim eksiltmiş olmanın sinir bozukluğunu halen bünyemde taşıyorum. Yazıya doğa ananın açtığı internet sitesinde ziyaretçi defterini doldurup akabinde forumda her başlığın altına yorum yapan yeni üye gibi giriş yaptığım için özür dilerim. Her ne kadar şahsi dursada yorumların içinde hep desteğe muhtaç bir bekleyiş bulunmakta. Aslında bahsetmek istediğim, bedenimin ve ruhumun güneş bağımlılığı. Sonbahar başlangıçıyla yapılan planlar, yeni yıla girerken sorgulanarak bahara bırakılan umutlar  ve hava şartlarından olumsuz etkilenmiş bir hayat. Azalan kıyafet sayısıyla, artan özgürlüğe sıkışan küçük heyecanlar ve tekrar gülümsemeye başlamak, bunların yepsinin sarı ve turuncu tonlarının yoğunluğuna bağlı olması tuhaf olsa da şimdilik hepimiz halimizden memnunuz sanırım? Haziran ayı itibariyle başlayan resmi yaz döneminin henüz başında biten okulum sayesinde 3 aylık kontenjandan maksimum derecede faydalanma hakkımı sonuna kadar kullanma niyetindeyim. Şimdilik kurgunun içerisine biraz heyecan katma niyetindeyim zira olmayan bahar aylarında aşırı duygusallık sonucu bunalımlar arası gelgit yapmakla geçti. Öncelikle erteleme hastalığımla yüzleşip uzun süredir sap sap baktığım yapmam gerekenler listesini elime alıp üzerini karalamaya başlamam lazım. Zira eklenecekleri düşündükçe paniklesem de içimden bir ses her şeyin iyi olacağını söyleyerek motive ediyor beni, sanırım en çok ihtiyacım olan şeyde bu! Son zamanlarda yaşadığım zaman yönetimi sıkıntısını özenerek aldığım not defterlerinden en çok sevdiğimi kullanarak aşmaya çalışıyorum henüz işe yaradığını tam olarak test edemedim ama azimle başlayan işlerde mutlu sona ulaşma şansımın yüksek olduğu bir gerçek. E o zaman derin nefes alalım ve yaz aylarının kapısından içeri adımımızı atalım. Bakalım neler olacak?


Biraz eğlenelim değil mi?

9 Nisan 2011

Kafa Notları : Sitem

En son ne zaman bir şeyler karaladım diye sorduğum da aslında kendimden ne kadar uzaklaştım sorunun cevabını karşımda bulacağımdan o kadar emindim ki tam gecenin ortasında aynı siyahın içinde “yeniden” diyebilmenin mutluluğunu yaşıyorum.  Herkes gibi ben de erteleme hastalığına yakalanıp basit hareketler ile günümü tatmin ederken, dönüp arkama bakmaya bir nebze olsun gücüm yokken ve tam da parmak uçlarım dibe değmişken,  tekrar kollarımı açıyorum. Çok özledim, özlemişim..

O kadar küsmüşümki kendime cümle kurmadan önce, hangisinden başlasam diye düşünüyorum. Şu düşman olduğumuz günlerde yastık altına sakladığım oklarımı bu gece bir yerlere fırlatmalı aslında. Sağdan soldan çıkacak bozuk türkçeli öz eleştirilere bile muhtacım. Yüksek ses, inanç olmaya başladığından beri kim nerede nerenin altında saklandığını şaşırmış durumda. Sabahın köründe taksim metrosundan  meydana açılan dünyanın bana ait olduğunu hissettiren ışık, gelip geçici sesler arasında hergün aynı yoklamayı imzalıyormuş gibi..
Bugünlerde düzen ve sistem kelimelerini neden bu kadar fazla kullandığımı anlamamış olmamın sebeplerinden biri tabana oturtup bezlediğin düşüncelerinin ne zaman sıcacağını bilmemek. O kadar çarkın içinden etrafını sistemleştirerek kendine düşen parçalarla oyun oynamak istiyorum ama sen bozulmaya mahkum bir insan ürünüsün diyen arka fon ve zoraki beslediğin motivasyonun ile nereye kadar? Belli ki biz başından kokan canlı sistemine hitap ediyoruz..
Biraz İstanbul’a..
Kışın sonlarında bıraktığım bedenimi sürükleye sürükleye bahara taşımaya çalışırken üzerime kapanan kapıların arkasından sesleniyorum yaz aylarına zira İstanbul bahardan zırnık koklatmamakta niyetli. Saygıda kusur etmesekte vücudum üstündeki giysi sayılını azaltmak için derime ve bana her geçen gün daha çok baskı yapıyor. Şortla dolaştığımız serin akşamüstülerini düşündükçe tıbkı şuanda canınızın dondurma çekmesi gibi bir istek oluşuyor içimde. Cezası uzatılmış yaramaz çocuk durumundan kurtulmanın zamanı geldi de geçiyor. İstanbul birazcık söz dinlesen?

Sabahları kendimi zar zor dışarı attışımda günüme neşe pompaladığım şarkılarım var. Yoksa saat 07.00 da öğrenci bedenini yataktan kaldırıp bir de mutlu etmek kolay bir iş değildir. 

Sabah Şarkısı



Mutlu geceler..

13 Şubat 2011

Kafa Notları : Bugün

Bugün, o rüyadan korkarak ve haz alarak uyandım. Bilincin kapalı olduğu bir uykudan, kontrolün yarısını şeytana verdikten sonra neler olabileceğini merak eden araştırmacıya dönüşürken sadece kendime baktım. Ay ışığında kurda dönüşen paranoyalarımızın deri altına itilen üzüntüsünü yaşamak için gün batımında doğmak lazım. Sabaha kadar temizlediklerimizin sende olmayanlarla kurduğu iş birliği sayesinde, üzüntünü yaşamak ve vicdanını susturmak arasında durduğunda, ne zaman neyi tercih ettiğini soruyorsun kendine. Bunun başka bir açıklaması olmadığına kendine inandırarak, şimdiki zamana kurban ediyorum ruhunu. Sıradan şeylerin yönettiği bir düzenin, gariplik çerçevesi içinde toplanmış bir avuç canlısıyız. Hep beraber sonumuz nereye gidiyor diye düşünsek de, gülücük ve somurtkanlığımızın üstünde sakladığımız bir kaç düşünceyle yaşama bağlanma yemini ediyoruz.
Bugün, güzel bir gün geçireceğime yemin ederek uyandım. Buna kendimi inandırmak için  sağlam bir cümle kurduktan sonra başkalarının yaşamlarına kayan aklıma kahvaltı sözü verip açlıkla terbiye ettim bedenimi. Temizlenmek ya da temiz olduğuna inanmak için ve daha çokta çocuk yerine koymamak için kendimi, duş alarak üçüncü kez uyandım diyorum. Bu aralar rutine düşmemek için tanımlarıyla oynadığımı fark eden içeridekiler, sıkkın ve hevesini yutmuş beni, her aynaya baktığımda uzaklaştırarak, aradaki mesafede  çözüm aramamı istiyor. Peki cevabı bilip bir şey yapamamak ve bunun benim acizliğim olmadığını kendime ispatlamam için ne yapmam gerek? Sihirli değneğe muhtaç bir denek gibi yaşamadığımı gözlerimin içine bakan herkese haykırsam da, efkarlanan bana bir şey yapamayacağım.
Bugün, ne yaparsam yapayım asla diğerinden farklı bir gün olmayacağına inanarak uyandım. Sanırım bu konu hakkında fazlaca nedenlerim var. Değişkeni azalttığımda ortaya çıkan sonuçtan memnun olmayan bilim adamının zaten içgüdüleriyle hareket ettiğini kendine itiraf etmesi, beni susturan. Eğer tanrı yardımıma koşacaksa şuan tam zamanı..










Julian Plenti - Games For Days





4 Şubat 2011

İyi ki..

Duvar saatlerini severim, dünya da arkada bırakılanları daha iyi gösteren ve her birinin üstünden tekrar geçeceğini fark ettiren başka bir alet yok sanırım. Bizlerin yoğurmaya çalıştığı günlük bunalımlar arasında istikrar abidesi görüntüsüyle daha en başından psikolojik olarak yenik düştüğümüz zaman, sen kendini çukurdan çıkartana kadar bedenini de sarıp sarmalıyor. Yarısı karanlık bir odada daha geceye kucak açmamışken, satır aralarında kendi kokumu bulabiliyorum. Tesadüflere inanmayanlar için günde bir kez doğruyu söyleyen beynim, dün gecenin sınırlarında tutuyor beni. Gafil avlanmak, avcıya ait bir başarı olsa da gafil avlanabilmek, her şeyi yeniden hissetmek adına “av’a” saygı durulması gereken bir durum. O kadar eksikliğin sinirini basit bir sesin sürekliliğinden çıkarmak, duymak istediklerin arasına yerleştirdiğin suçluyla baş başa kalmak demek. Oysa ben sadece aklımı başıma getirmeye çalışıyorum. Evet hem de masumca..

Kısa süreli ziyaretlerinde şeytanla yakınlaşan beden hareketlerim olmasa, bütün gün yatağımda kalacak gücü kendimde bulabilirim. Her bir uyanış, yeniden uyuyana kadar daldığımız bir uyku olsa da, fazlasını istemediğimiz anlık hesaplaşmalarımızda, çok zorlayınca yeni bir doğuşu simgeleyebiliyoruz. Merakımız yeni sayfa açmak olmasaydı, her karalamamın üstüne bir fincan kahve alıp geçmişin filtresine takılmazdık. Neyse ki dünya her gün başa sarıyor da, içimizdeki umuda ve her gece yarım kalan uykumuza sarılıp, yeni bir başlangıç tamlamasını hayata yedirebiliyoruz tek bir istisna dışında, doğum günleri. Kapıdan içeri girdiğim de yüzüme bakmayan her ne varsa lanet okuduğunum, aslında her zaman yalnız kalmak istediğim ve gerçekte yalnız kalmaktan korktuğum, duvar saatine bakarken duvarda yok olduğum gün, doğum günü..

10' lu yaşlara veda; tasolarla başlayıp çakıl taşlarına dönen oyuncaklarım, her cümlenin içine “artık” yerleştirme ısrarım ve yaşımı ikiyle çarpıp daha çok var diyememe üzüntüm arasında kendini yok ediyor. Her zaman  en iyi izleyici olmaya çalışan, bir çok ayrıntıyla kafa karıştıran düzende vitrine konulmanın yaşı, 20' li yaşlar. Hoş geldin demekten başka çare kalmıyor..



29 Ocak 2011

Beyin Röntgeni

Başımın içindeki ağrı düşünmeme engel olsa ömrümün sonuna kadar çekmeye razıyım. Ne zamandır başka şeylerden medet umuyorum bilmiyorum ama kaçınılan sonun sahnelerini yavaş yavaş üzerimde oynuyorum. İnsanları betona bürüyüp dört duvar arasında üstüme gelmelerini beklesem de onlardan kaçmak için daha ne yapabileceğimi bilmemek canımı sıkıyor. Bir de her seferinde özenle dondurduğun duyguların daha çözülmeden yenilmeye çalışılması, buna hayır diyecek gücü nefes almak için harcadıysan ve çoktan tekrar tükürüldüysen herhangi bir yere çok fazla söz düşmüyor kendini tanımlamaya. Derdim de bu değil zaten sadece yapmak zorunda kaldığım, seçenek dahi oluşturmayan egoist ruh bunalımlarından nefret ediyorum. Basit bir ağrı kesiciyi eline aldığınızdaki o küçümser bakışı uykuya dalmadan önce kendime yediriyorum. Sinir, nefret, bulantı ve tabiki baş ağrısına rağmen kendini tezatlıklarla besleyen beyin röntgeni düşünceler, bilincim kapalıyken ne yapıyorsunuz bana demek istesem de yaklaştığım bedene savaş ilanından korkarak geri adım atıyorum. Yarım saati, günlermiş gibi yediren bünyeme hayran hayran, ışığa uyum sağlayabilen gözlerimle sersem sersem turlar arıyorum odamda. Sıcak yorganın altından çıkmak depresyon teşhisin bir belirtisiyse durmaksızın kendimi suçlamam ve sürekli aynı şeyi tekrarlamam neyin nesi diye soruyorum desenli perdelerime. Sonra uzun yıllar abimle paylaştığım odada onun nefesini dinleyerek uyuduğum huzurlu gecelerim geliyor aklıma. Biz büyüdükçe ben, onu koruyacak kadar biz olamadım, sadece elime yüzüme bulaştırdım..

Hayatı televizyon karşısındaki kanepeye indirgeyeli tam 1 hafta oldu. Birini bağrına basar gibi zihnime doluşan daha yeni eskimeye başlayan hatıralarımı barındırması, halen telefonumu başucumda taşımama neden oluyor. Tam bu sırada provokatörü eksik bir isyan cümlesi dökülüyor ağzımdan ve parmaklarımdan çıkan cümlelerin aslında her nokta koyuşumda sonlanmadığı gerçeği daha da hissettiriyor kendini. Her şey basit olsun derken ve fütursuzca hayatımıza eklediğimiz alışkanlıklarımızın nankör hikayelerini dinlemekten bıkmış bir parçamız var içeride. Bu sözler onun..

CocoRosie nin fısıldadığı şarkılar(Gallows) kendimi bir müzik kutusunun içinde figürana dönüştürüyor. Sahibim kimse onu mutlu etmek isteyen o kadar  çok sevgi var ki içimde lambadan çıkan cinleri kıskanıyorum, farkında değilim.  Beyaz sayfalara düşman baş ağrım kimin tarafında olduğunu yeteri kadar belli etmediğini düşünüyor olsa gerek zonklamasının nedeni. Eşiği yüksek bir fiziksel acı geçmişim olmasa beni uyuşturup geceyi, parlak aya kürtaj ettireceğine inanacağım. Senin amacın farklı ama ben biliyorum..

Tam karşımda kurumuş ama annemin umutlarını söndürememiş bir guzmanya  var. Guzmanyalar tam orlalarında kırmızı bir çicek taşırlar. Öldüklerinde sadece o çicek kurur yaprakları halen yeşildir, sen yaşadığını sanırsın ve bir gün cesaret edip kuruyan çiçeğe dokunduğunda bütün köklerinin öldüğünü farkedersin. Bu yüzden guzmanyaları severim daha doğrusu ölümlerini.. 

5 Ocak 2011

Kafa Notları : Herşey Mevsim Normali

Bu aralar yatağımda beni iteleyen bir güç aranıyor, aslında uykuyu hiç sevmem ama sorun şurada hem gece ayakta kalayım hem sabah erkenden uyanayım hem de günümü dolu dolu geçireyim zihniyetime söz geçiremediğim için e haliyle vücudu bir yerde uykuyu difüzyonla zihnime sokup beni yatağa bağlıyor. Bir de şu telefonun alarmını kurup yerini ezbere bildiğiniz baş ucunuz varsa ve kısa belleğiniz de biraz sersemse alarmı duymuyorsun bile. Buraya yazmaya başladığım ilk zamanlarda kendime düşman bir yanım vardı  her neyse konuyu telefonun alarmını kurup odanın en uzağına koyduğuma bağlayacaktım olmadı. Bir nevi kişisel işkence başlangıcı diyebilirsiniz. Fakat işe yaradı, alarmı kalkıp kapatmadım belki ama bitene kadar bekledim ve güne kendi kendime sinir olarak başladım. Tek başına koca bir evde uyanmayı o kadar özlemişim ki istediğim şekilde fiziksel sınırları zorlayan esmene hareketlerimi yapabildim. Hazır konu bir şeyleri özlemekten başlamışken devam edeyim. Yemek konusunda benim için en can alıcı nokta sabahleyin yapılan, mümkünse benim hazırladığım kahvaltılardır. Boş fincanı dolaptan alıp şöyle bir masaya uzaktan baktıktan sonra çayı doldururken neşelenen yüz ifadem var ya baharda uçuşan kelebeklere nispet eder gibi. 
Mevsim normallerindeki İstanbul'un sabahları içime giren sert bir soğuğu var, bedeni bir kaç saniye şoklayıp düşüncelerin tekrar atmasını sağlıyor. Gün içerisinde sıkış sıkış dolmuşlarda yapılan yolculuklar çeşit insan profillerini inceleme açısından oldukça elverişli ortamlar. İçeride santimlik yer bırakmayan şoföre çemkiren teyzem her zaman var o dolmuşta, dolmuşa binerken ortalarda olan sonra itelene itelene şoförün yanına kadar giden, kaşla göz arası muavine dönüşen zavallı kız yine orada. Tabi kulağına bastığı müzikle dünyayla alakası olmayan şu cool gençte, biraz arkalarda yine yer edinmiş kendine. Kısıtlı sahil güzergahında soğuktan kabarmış boğaza kaçamak bakışlar atıp günümün yeterli mavi tonunu içime çektikten sonra azalan oksijen oranından kaçarak kurtarıyorum kendimi. Depoladığım birkaç kararla ve henüz farkına vardığım hayatımla daha da eğlenceli olmaya başlıyorum. Burası iyi sen istersen yanıma oturabilirsin diyebilen az düşünceli, kafası çok menteşeli arkadaşlarımı anlamamak elde değil. Kocaman bir nefesi daha  içime çekip, kimin kafası daha dumanlı diye düşünmektense senin, benim çikolata kaplı korkaklığıma sulanman daha mı iyi? Kuyudan daha çok su çıkartan hayatta kalacaksa geçen zamana selam çakmak en asil davranışımız olsun dimi..





She came over and asks: Do you want to dance?
And I said: Yes!!!

Hızımı alamadım

Related Posts with Thumbnails